23 Temmuz 2018 Pazartesi

Bir şeyi sanat eseri yapan nedir?



Bu sorunun yanıtı için sağduyu gerçekten yetersiz. Çünkü hep aynı olana meyleder. Sanat bu aynılığın, alışılagelmişliğin kırılmasını sağlayan bir şey. Evet ben bir beden olarak tepeden tırnağa duyumsayan bir varlığım ama neden söz konusu bir sanat eseri olduğunda onu sadece 3 algım ile duyumsamakla yetineyim? Bedenim çok daha fazlasını yapamaz mı? Ben bu bedenimin duyumsama yetisini arttıramaz mıyım? Bu benim elimde olan bir şey fakat bunun için zaman, dikkat ve estetik deneyim gerekiyor. Bunun için elbette ressam olmaya gerek yok. Ama az çok estetik deneyim alanlarından geçmek gerekiyor. Mesela, sanat galerilerine gitmek gerek. Bu sadece sanat için geçerli değil, Bir şeyi ne kadar yakından takip ederseniz ona dair düşünceleriniz daha açık, hisleriniz daha yoğun olur. Her şey bir anda olmuyor sonuçta. Bir oluş söz konusu. Dolayısıyla bir beden olarak oluş içinde sanat eseriyle aramda daha yakın bir ilişki kurabilmem için tekil olan şeyleri gözden kaçırmamayı başarmış olmam lazım. Bir özne, karşısındaki sanat eseriyle her zaman özel bir ilişki kurar. Kurulan bu ilişkinin sonucunda çıkan yorumun bence epistemik olarak değerlendirilmesi gereksiz. Çünkü bu öznenin nesneyle özel bir ilişkisi olduğu ve özel olarak kaldığı için, yapılan yoruma doğru ya da yanlış demek o eserin, özneyle olan ilişkisine bir müdahaledir. Sonuçta o sanat eserinden neden hoşlandığım, neden haz aldığım sorusunun cevabı, benim öznel ve kişisel  yorumumdur. Dolayısıyla bireysel yani tekil olduğu sürece sanat eseri hakkında ortak bilgi diye bir şey yoktur; her özne dış dünyayı duyumsayarak öznel bir deneyim sağlar. Sanat eseriyle her öznenin deneyimi de özerktir. Epistemik açıdan dış dünyayla tekil öznenin deneyimine gelirsek... Bu deneyim de özerktir. İki insanın aynı kavrayışa ve anlama sahip olması nasıl iddia edilebilir? Böyle bir iddia kaygan zeminde yürümeye benzemiyor mu? Picasso’nun Guernicası, Leonardo’nun Vitrivius Adamı, Raffaello’nun Atina Okulu Freski, Johannes Vermeer’ın İnci Küpeli Kızı, Van Gogh’un tabloları ve daha sayamadığım dünyaca şaheser olan  tablolar. Bu tablolara kimisi uzun uzun bakar, kimisi üstünkörü, kimisi de bakar ama dışa çıkan bir duygusu olmaz, kimisi de duygudan dolar taşar. Ama ben o hayret duygusunu seviyorum. Ve bu tablolara ve mimarilere bakan insanların da hayrete düştüğünü seziyorum. Bazen ifade edemesek de o bizde canlanan duyguyu, hissedebiliriz. Bu hayret, değil midir zaten bir sanat eserini öne çıkaran? Sanat eseri bende estetik haz yaratmalı, evet. Bunun da koşulu aslında tikeli verip, tümeli bana düşündürmesi. İnsanın tikel bir örnekten, tümeli hissetmesi sanatı sanat yapan şey bence. Ama bu sanat “işte şudur” diyemediğim bir sanat. Yoksa eser didaktik bir eser olmaktan öteye geçemez. Bu didaktik yönü arttıkça bir sanat eseri de dolayısıyla sanat olmaktan çıkar. Benim için sanat, derin bir felsefi içeriğe sahip anlatı formudur. Bence sanat her şeyi kapsıyor, doğa gibi.  Sanki sanat çok başka bir güzellik ve hayret alanıymış gibi geliyor bana. Sanki hakkında hiçbir şey bilmediğim ama bir o kadar o eserde gizil olanı fark ettiğimde üzerine saatlerce konuşabileceğim bir alan gibi geliyor. “Nietzsche’nin çok doğru olarak söylediği gibi, bilim ve felsefe bir şeyi bilgi haline getirdikten, bir problemi çözdükten sonra artık onun üzerinde durmaz; o herkes için aynı olan bir bilgi niteliği kazanmıştır. Oysa sanatta böyle bir durum yoktur. Sanat için bu ilişki, sanatçı ve nesnesi arasındaki bağ, kişiden kişiye değişiklik gösterir; fakat hiçbir zaman bilgi alanında olduğu gibi terk edilmez. Nesne burada her defasında ve her çağda yeni baştan ele alınır; yeni bir ilişkinin temeli olur; o nesneye her zaman geri dönülebilir.” (Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Doğu Batı Yayınları, 2014, s.264.)

Sanat eserini sanat eseri yapan şeylerden biri de tin’dir. Fakat bu tin öyle bir tin ki, önerme olarak ortaya konamayan ama pathos olarak kavradığımız bir şeydir. Sanat felsefesinin işte tam da bu yüzden genel bir tanımını yapamıyoruz. Tanım kavramı baştan başa sıkıntılı bir kavram olduğu için, bu sınırlandırıcılığa yol açar. Oysa sanat sınır tanımayan muazzam bir yaratım alanı.  Peki sanatçı ile eseri arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Bence bu soru da önemli çünkü bir eser, onu ortaya çıkaranın hamuruyla karılır. Samimi olması gerekir eserine, kendisine. 17. yy’da sipariş üzerine yapılan eserleri düşündüğümüzde bu belki böyle değil; ısmarlama olunca bir sanat eseri ne kadar sanat eseridir tartışılır. Ama bence bir ürün olmak durumundan çok ayrı bir şey sanat eseri. Onun karakteristiği taklit edilemezliğinde gizli olduğu gibi yine aynı şekilde karakteristiğinin bir parçası olarak tinin de ayrılmaz bir parçası.


Sanat eseri eğer ticari kaygılar güden bir şeyse, artık o eser bir estetik nesne olmaktan çıkmaya başlar. Ve maalesef, günümüzdeki sanat eserlerini değerlendirmek artık o kadar zorlaştı ve her şey o kadar çok tüketim nesnesi haline geldi ki bu çemberin dışına çıkan, özgünlüğünden ödün vermeyen sanatçıların bir kısmının varlığından haberdar olmak bile bir nimet.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kısa bir öykü; "an"


O anlaşılmaz, büyülü, “anlardan biriydi... Sorduğum sorunun burukluğu, sönük benzindeki iri yeşil  gözlerinin dolmasına sebep olmuştu kadının. Koltuğun biraz ucuna kayıp, bir metreden az bir mesafe oluşturmuştum aramızda. “Özür dilerim, ben acınızı hatırlatmak iştememiştim.” O an omzumda marşandiz yalpalanıyor gibi hissettim. Kelimelerimin tükendiği andaydım. Geri dönüşü olmayan, ender yaşanan anlardan biriydi. “Özür dileyecek bir şey yok” demesi, yumak dolu  şevkatli ellerini, dizlerime getirip patpatlaması... Duyduğum hüznü az da olsa hafifletmişti. “Ben onu hiç unutmuyorum ki, o hep benimle.” Bunu söylerken gözlerinde çok yakından gördüğüm o özlem ateşi, film şeridi gibi geçmesine sebep olmuştu gözlerimin önünden sevdalarının. “Hiç olmadığı kadar var içimde...” Cümleleri uğultuyla, sanki çok uzaklardan geliyormuşçasına çıkıyordu ağzından. Canı boğazına düğümlenmişti sanki. Bir zamanlar aşık olduğu, hayatını bir ömür boyu anlamlı kılacak  yol arkadaşı çok erken gitmişti ve bu gidiş yarım kalmışlık hissine kapılmasına neden oluyor, hayatını çekilmez kılıyordu güzel kadının. “Ölümler vardır...” diyordu Erdem Beyazıt.

“ölümler vardır,

can kuş gibi uçar gider
bir martının süzülüp
kaybolması gibi maviliklerde.”

Kadının "can kuşu" kalbindeki huzur bahçelerinde yalın ayak koşuşturuyordu. Nasıl unutsun? İki çay getirdim, bir de sigara yaktık. Pencereyi araladım sonra... Bu sefer masaya oturmuştuk, daha yakındık. Yüzünde seğiren acıyı, gözlerinde buğulanan uzak anıları görür gibiydim. Hayat ona acımasız davranmıştı. Sigarasını söndürüp suratıma baktı: “Bir umut işte, geri dönmesini bekliyorum” dedi. Beklemek korkunç bir infilak halindeydi yüreğinde kadının. Bunu yüreğinin atma ritminden anlıyordum. Yanımda sanki bir savaşın ortasında kalmış gibi hızlı hızlı soluyordu nefesini. Çayı yavaş yavaş içiyor, ağır ağır anlatıyordu hikayesini. Her cümlesinin sonunda onu çok özlediğini söylüyordu. Çok özlemek... İliklerine kadar özlem duygusu içine işlemiş bir kadın vardı karşımda. “Yarım kaldı her şey. Bu yarım kalmışlık hissi beni dayanılmaz ağrılara sürüklüyor” diyordu uzaklara bakarak. Sanki birden biri çıkacakmış gibi oralardan. Gözleri aralıklı olarak doluyordu ve her seferinde çantasından mendil çıkarması gerekiyordu. Küçük emekli çantasının içinden mendilini çıkardı, gözyaşlarını silmeye başladı. “Neden ben diye çok sorguluyorum, 34 yıllık bir hikaye keşke bu kadar erken sonlanmasaydı. Bu kadar erken gitmeseydin diyorum ama... Çok özlüyorum sadece, kanser olduğumu öğrendiğim zaman içimdeki bu özlem ‘burukluk ile tebessüm arasında’ ortalarda kalıyor” demesiyle, şaşkınlığım had safhaya gelmişti artık. Kadın kanserdi... Masadan kalktım. Pencereyi kapatıp, boşları almak için tekrar geri döndüm. Döndüğümde masada bir not, şöyle yazıyordu: “Yarın eşimin ölüm yıl dönümü, helva yemeye beklerim. Öğrenciler pek sever helvayı.”