29 Ağustos 2018 Çarşamba

Şanson Geleneği




Şanson (chanson) eski fransız hayatında (ortaçağ ve rönesans dönemi, yani 9-14. yüzyıllar) dünya işlerini konu alan ve şarkı olarak söylenebilen her türlü epik ya da lirik şiire denilirdi. Bu dönemlerde yalnızca insan sesi önemliydi. Enstrümanlar daha sonra eşlik edecektir bu romantik şarkılara. 15’inci yüzyıldan sonra aşk, ayrılık ve ilgili konuları işleyen şarkılara ad olarak verildi. Solo şarkı dönemi bu yüzyılın sonunda gelişti. 18. yüzyıl' da ise opera etkisi görülmeye başladı. Genellikle her şansonun bir hikayesi olur. Hikayelerin kahramanları sıradan halktan insanlardır. Konularını içli ve dokunaklı bir ezgiyle ve coşkuyla işler. Bu şarkılar günümüze değin gelmiş olsa da romantik gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Günümüzde genelde kabarelerde, barlarda şarkıcıların tek başına çalıp söyledikleri aşk, ayrılık, yergi gibi şarkılara "şanson" denmektedir. 1950’li yıllarda şanson türü sol içerikle tematik olarak en zengin dönemini yaşamıştır. Mesela Gilbert Becaud’nun Nathalie şarkısı Moskova’da geçen bir aşk hikayesini konu edinir. Yves Montand ünlü Partizan şarkısını söyler. Şarkıların bir çoğu içli ve hüzünlü aşk, ayrılık; kimileri ise devrim ve direniş konularını içerir. Charles Aznavour, Jacques Brel, Georges Brassens, Léo Ferré, Edith Piaf, Gilbert Becaud, Yves Montand gibi şanson geleneğini sürdüren popüler şarkıcıların birçoğu dünyaca ün kazanmış ve şair olarak anılabilmişlerdir. Şansonların dünya çapında üne kazanması 1920’li yıllarda Maurice Chevalier ile gerçekleşmiştir. Edith Piaf (Kaldırım Serçesi) şansonları dünyaca üne kavuşturan şarkıcıdır. Aynı dönemden Mistinquet, Charles Trenette ve Rina Ketty de ün kazanmış, kabare ve musette türünden de etkilenerek yoksul Paris’i anlatan şarkıcılardandır. Paris’in öteki yüzünü yani sefil hayatını şarkılaştırmış, ölümsüz aşk şarkılarına imza atmışlardır. Piaf’ın 1963’te ani ölümüyle George Brassens, Léo Ferré ve Jacques Brel gibi yeni nesil şansoncular sahne almışlardır.

24 Ağustos 2018 Cuma

Spinoza ve Politik Toplumu



Spinoza’nın politika felsefesi kuramsalın, uygulamada nasıl bir gerçekliğe denk düşüyor olmasıyla ilgili. O “yeni ya da bilinmedik herhangi bir şey ortaya koymayı değil, ama sadece kesin ve kuşku götürmez kanıtlar yoluyla pratikle en iyi uyum gösteren şeyi ortaya” koymaya çalışır. Hobbes gibi Spinoza’da bir doğa durumu varsayımını kabul eder. Ona göre doğa durumu siyasal olguyu içkin nedenlerle ve gerçekçi bir bakış açısıyla ortaya koymak için oluşturulmuş bir kuramdır. Fakat Spinoza, Hobbes gibi ölümüne bir savaşın ve korkunun kol gezdiği bir doğa durumu tasviri yapmaz. Onda doğa durumu, toplumsal durumdan önce gelir. Doğal durum ile toplumsal durumu birbirine tamamen zıt iki ayrı alan olarak ele almaz Spinoza. Çünkü tek töz anlayışının etkisindedir. Bu iki durumda, insanlık durumunda birleşen ve insani gelişimin bir parçası olan süreçler olarak ortaya çıkar. Spinoza’da doğa durumunda insan kederli bir duygu olan, korkunun etkisinde olduğu için edilgindir. Edilgin olduğu için de kendisini gerçekleştiremez. Kendisini gerçekleştiremediği için de bir farkındalığa ulaşamaz ve tutkularının esiri olur. Dolayısıyla bu durumda özgürlükten bahsedemeyiz. İnsan burada ne akla uygun olarak eyler ne de sahte iyilerin peşinden koşmaktan kendini kurtarabilir. Bu yüzden bütün varlıkların kendi varlıklarını sürdürebilmek için harcadığı çaba olarak arzunun, insanı hayatının en yararlı olan anlama yoluna çekmesi gerekir. Çünkü ancak insan, anlayınca bir takım şeylerin farkına varır ve görmeye başlar. Görmek bu noktada önemlidir. Çünkü bir arada nasıl birlikte yaşarız sorusunu da bize düşündürür. Bu birlikte bir arada yaşamak sorunu Spinoza’nın ortak iyi dediği şeyle ancak mümkündür. Peki nedir bu ortak iyi? Tek tek insanlarda değil de tüm insanlarda bulunan ve onların ilişkilerini düzenleyen akla uygun olan, en nihayetinde ortaklık tesis eden bir iyidir bu. Bireyin iyisinin gerçekleşmesi diğer bireylerin iyisinin gerçekleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla burada açık bir şekilde pozitif özgürlük vardır. Ama işler hayatta böyle yürümediği için ve herkes kendini düşündüğü için insanlar tutkularının esiri olur. Bu her ne kadar çatışmaya sebep olsa da insan kendisini korumak, geliştirmek için bencil olmak isteyebilir. Dolayısıyla bu durumda insanların ne kadar güçleri varsa o kadar da hakları vardır. “Spinoza’nın TTP’de bir sav biçiminde verdiği(“herkesin hakkı belirlenmiş gücünün yayıldığı yere kadar yayılır”)(TTP,262) ve TP’de en nihai sonuçlarına kadar geliştirdiği hak “tanımı”, kuramsal özgünlüğünü hemen gözler önüne serer. Kelimesi kelimesine okunduğunda bu tanım önceliğin “hak” kavramında değil “güç” kavramında olduğu anlamına gelir.” Şu halde Spinoza’da Hobbes gibi hakk'ı güç ile özdeş görür. “Doğal hak ile öyleyse, her şeyin kendileri uyarınca olduğu doğanın yasalarını ya da kurallarını, yani doğanın gücünün kendisini anlıyorum. Sonuç olarak tüm doğa’nın gücünün yettiği yere kadar uzanır ve, o halde, bir insan kendi doğasının yasalarına göre yaptığı her şeyi doğanın egemen hakkı uyarınca yapar ve doğa üzerinde gücü ölçüsünde hakkı vardır.” Spinoza için doğal hak sadece insanlar için değil doğanın tümü için geçerlidir. Doğal hak doğanın gücünün kendisidir. Ve tekil varlığa içkindir. İnsanın gücü doğanın gücünün bir parçasıdır. Yani insan ile doğa arasındaki ilişki parça bütün ilişkisi şeklindedir. Eğer insanın gücü Deus sive Natura’nın sonsuz gücünün bir parçasıysa o zaman insan doğasıyla uyuşan, etkide bulunma gücünü arttıran insanlarla birleşmeye yönelir. Yani neşeye yönelir. Bu da ondaki sevinç affactus’unu açığa çıkarır. Ve bu onun eyleme kudretini arttırır. Dolayısıyla kendisine özgü karakteristik bağıntısıyla uyuşan ya da onu destekleyen etkinin ideası olarak sevinç affectus’unu hisseden insan, böylelikle etkinliğini de arttırır. İşte özgürlük tam da bununla ilgilidir. Şu halde insana doğada aklın rehberliğinde yaşayan başka bir insandan daha yararlı bir şey yoktur. Eğer insanlar aralarında bir konsensüs yakalarlarsa, güçlerini birleştirirlerse beraber daha güçlü olurlar. Ve doğa üzerinde her birinin tek başına sahip olduğundan daha fazla hakkı olur. Güçlerini birleştiren insanların sayısı arttıkça bu kişilerin sahip olduğu hak da artar. Doğal hakkın gerçek özüne kavuşması için insanların sivil duruma geçmesi gerekir. Bu bir anda olmaz tabi tedrici olur. Spinoza açık olarak sisteminde bir zaman kavramdan bahsetmez fakat biz Deleuze’ün 11 dersinden biliyoruz ki tıpkı zaman da akıl gibi bir oluşsallık taşır. Ayrıca Spinoza'nın sisteminde her şey geometrik bir şekilde oluşturulduğu için; zaman kavramı bu sistemle çelişir. Politik topluma geçmek için önce sözleşme yapmak gerekiyor çünkü sivil durum artık sözleşme sonrası durumdur. İnsanların birbirleriyle ortak iyi üzerinden ilişkiye girmeleri karşılığı olan her şey sivil duruma dahildir. Ve ortak iyi böylece insani ilişkileri düzenler ve yine bu durumda farklılıkları birlik içinde koruyan bir devlet kurar. Böyle bir sistem içinde insanlar yurttaş haline gelir. Devlet çoğunluğun gücünün tek bir elden toplanmış hali gibidir. Hakların bütününün devri gibi şeyler söz konusu değildir. Tıpkı locke’da olduğu gibi birey tüm güçlerini ve haklarını devretmez. Spinoza bir taraftan Lock’a benzerken, öte taraftan Spinoza'nın politik toplumu Rousseau’nun cumhuriyetine daha çok benzer. Politik toplum, politikanın domine edildiği toplumdur. Sözün, iknanın toplumudur. Burda şiddet barınamaz. Devletin olduğu yerde şiddet olmaz. Eğer böyle bir toplum varsa politik toplum yok demektir. Spinoza'nın devletinde mutlak itaat yoktur. Spinoza'nın siteminde devlet hem normatif olarak doğa yasası tarafından hem de yargı güçlerini ellerinden bırakmayan yurttaşlar tarafından açık bir şekilde denetlenir. Emprik olarak farklı egemenlik türleri olsa da Spinoza’ da olan egemen insanları özgürleştiren bir egemendir. Dolayısıyla insanı özgürleştiren bir egemenlik korku temelli olamaz. Akla uygun yasalar olmalıdır. Spinoza'nın yaşadığı dönemde farklı farklı yönetim biçimleri mevcuttur. Aristokrasi, monarşi ve demokrasi. Fakat Spinoza hem kendi perspektifi hem de içinde yaşadığı ülkedeki mevcut siyasal konjonktür nediyle demokrasinin baskısı altındadır. O aslında hiçbir zümrenin tam olarak bir ülkeyi tam olarak yönetebileceğini düşünmez. Demokrasi insanın yetkinleşmesini ve ortak iyiyi tesis etmede göreli olarak en iyi politik yönetim biçimidir. Çünkü ancak bu rejim ortak iyiyi tesis ederek insanı yetkinleştirir. Çokluğun bir bir içinde erimesini ve çoğunluğun tutkularını düzenleyici, halkların birbirleriyle birleşmelerini doğru olarak örgütleyen, politik bir beden olarak devletin rejimi Spinozaya göre hiç kuşkusuz demokrasidir. O bu rejimi insanların kendilerini yetkinleştirmesine ve ortak iyinin tesis edilmesin en uygun gördüğü için savunur. Akla en uygun politik rejim budur çünkü. Bu rejimde en fazla sayıda insana en yüksek katılım hakkı verir ve insanların sahip olduğu tüm potansiyelleri kullanmasını sağlar. Farklılıkları bir arada tutan da bu rejimdir.


21 Ağustos 2018 Salı

Gidiş


Bazen sadece gidersin. Neden gittiğini bilmezsin. Derin bir nefes alır, yoluna devam edersin. Hayatın o kapıdan seninle çıktığına kendini inandırmışsan şayet, mutsuzluğu geride bırakır; gidersin. Dönüp bakacağın bir şey kalmamıştır artık arkanda. Siyahın geç saatinde yürüdüğün yolda kafanda arap saçına dönen birikintileri ve kalbinde yitirdiklerini -gençliğinin acıyan her yerini- başlarsın rüzgarla teskin etmeye. Yanında ne tanrın vardır ne de aşkın. Yaşamaya pek de istekli değilsindir. Dünyada yapayalnız kalan bir beden gibi hissedersin kendini. Başkalarıyla bir arada olmak isteğinden eser kalmamıştır içinde. Eskisi kadar çekici nedenler bulamazsın seni yaşama çağıran. Amaçlarının vadesi dolmuştur. Hayal kırıklıkların ve hezeyanlarınla bir banka oturur, denizi seyredersin. Deniz, taş kesilmiştir üstüne. Olduğun yerde, parmaklarının arasındaki sevgi boşluğuna bakarsın. Orada hayaletler vardır artık. Üşürsün. Seni seyreden pezevenklerin bakışlarını bedeninin üzerinde fark ettiğinde onlara gülersin. Her gece bir parça yaşam için bedenini arzudan eksik, gri yalnızlığa teslim eden kadınların gözlerindeki kırlangıçlara selamdır, gülüşün aslında. Bunu onlar anlamaz. Bunu sadece sen ve yaşamak için mücadele veren kadınlar anlar. Kafanda, yitip giden silüetleri tek tek belirir. Kadın olmanın vermiş olduğu varoluşsal problemlerinin girdabına düşmüşsündür. İlk ne zaman aşık olmuştum diye düşündüğünde, kalbine henüz masumluğunu yitirmemiş bir çocuğun gülüşü yerleşir. O gülüş, kalbinde ölen tüm aşklarının burukluğuyla buluşturur seni. O zaman anlarsın; aşk, bilinçli bireyler arasında fazlasıyla rasyonelleşmiştir. O vahşi, ele avuca gelmeyen hali kalmamıştır, evcilleşmiştir. Modernite, duyusal dünyanın sürekli bir form talep etmesini meşrulaştırıcı araçlarını sunmuştur önümüze ve bizden sessizce bunları kabul etmemizi istemiştir. Sen tüm bunları düşünürken, gece yavaşça kızıla çalan bir renge bürünür ve yavaşça sabahın ilk ışıkları değer yüzüne. Bir yük treni gibi ağır ağır hissettiğin varoluşun, gece kıyafetini üstünden çıkarır ve sen yeni bir günü üstüne giyersin.