12 Kasım 2018 Pazartesi

Devlet Hukukunda Teorinin Pratikle İlişkisi


Kant, teorinin pratikle üç alanda ortaya çıkan ilişkisini ele alır: İlki genel olarak ahlak alanında (bireysel mutluluk ile ilgili olmak üzere); ikincisi genel olarak politika alanında (devletin refahı ile olmak üzere) ve nihayet üçüncüsü ise kosmopolitan (çeşitli uluslardan kimseleri içinde barındıran) yaklaşımda (bir bütün olarak insan soyunun refahı, yani insanlığın gelecek çağlara uzanan bir dizi gelişme dâhilinde yavaş yavaş artan refahıyla ilgili olmak üzere). Teorinin pratikle, ahlak alanında, devlet hukuku alanında ve nihayet halkların hukuku alanındaki ilişkisini sırasıyla ele alır Kant. Biz burada yalnızca ikinciyi ele alacağız: devlet hukukunda teorinin pratikle ilişkisi üstüne (Hobbes'a karşı). Bir insan kalabalığını toplum halinde birleştiren sözleşmeler arasında sivil anayasayı inşa eden sözleşme, özel bir doğaya sahiptir; çünkü o uygulamada bütün diğer sözleşmelerle birçok benzer noktaya sahip olsa da, anayasanın kurucu ilkesi bakımından kökten farklıdır. Bütün toplumsal sözleşmelerde bireylerin belli bir amaç doğrultusunda birlik oluşturduğunu görürüz. Fakat bu birliğin kendinde bir amaç olarak oluşmasına, dolayısıyla birbirlerini karşılıklı olarak etkilemekten kaçınamayan insanların bütün dışsal ilişkilerinde koşulsuz ve temel bir görev olarak tesis edilmesine, yalnızca sivil durumu, yani cumhuriyeti (ulusu) kuran bir toplumda rastlanır. Kendinde bir görev olarak bu tarz bir dışsal ilişki, aslında bütün başka dışsal görevlerin en üstün biçimsel şartını oluşturur ve bununla baskıcı kamusal yasalar altında insanın hakkını tesis etmek ve bu sayede her insana kendisine ait olan şeyi verebilmek ve onu başka birinden gelecek saldırılardan koruyabilmek amaçlanır. Fakat dışsal hak anlayışının kaynağında, aslında tamamen, insanların birbirleriyle kurdukları dışsal ilişkilerde özgür oldukları yolunda bir anlayış yatmaktadır ve bunun, bütün insanların doğası gereği paylaştığı mutluluğu elde etme amacıyla veya bu amaca erişmek için tavsiye edilen araçlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu nedenle, ikincisi yani mutlakın amacı, birincisinin, yani dışsal hakkı belirleyen yasaların zeminine kesinlikle yerleştirilemez. Hak, tek tek her bireyin özgürlüğünü başka herkesin özgürlüğüyle uyum içinde sınırlamaktır ve bu uyum, evrensel bir yasaya uyulduğu müddetçe mümkün olur. Bu uyumu yalnızca dışsal yasalardan ibaret olan kamusal hukuk mümkün kılar.

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Şanson Geleneği




Şanson (chanson) eski fransız hayatında (ortaçağ ve rönesans dönemi, yani 9-14. yüzyıllar) dünya işlerini konu alan ve şarkı olarak söylenebilen her türlü epik ya da lirik şiire denilirdi. Bu dönemlerde yalnızca insan sesi önemliydi. Enstrümanlar daha sonra eşlik edecektir bu romantik şarkılara. 15’inci yüzyıldan sonra aşk, ayrılık ve ilgili konuları işleyen şarkılara ad olarak verildi. Solo şarkı dönemi bu yüzyılın sonunda gelişti. 18. yüzyıl' da ise opera etkisi görülmeye başladı. Genellikle her şansonun bir hikayesi olur. Hikayelerin kahramanları sıradan halktan insanlardır. Konularını içli ve dokunaklı bir ezgiyle ve coşkuyla işler. Bu şarkılar günümüze değin gelmiş olsa da romantik gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Günümüzde genelde kabarelerde, barlarda şarkıcıların tek başına çalıp söyledikleri aşk, ayrılık, yergi gibi şarkılara "şanson" denmektedir. 1950’li yıllarda şanson türü sol içerikle tematik olarak en zengin dönemini yaşamıştır. Mesela Gilbert Becaud’nun Nathalie şarkısı Moskova’da geçen bir aşk hikayesini konu edinir. Yves Montand ünlü Partizan şarkısını söyler. Şarkıların bir çoğu içli ve hüzünlü aşk, ayrılık; kimileri ise devrim ve direniş konularını içerir. Charles Aznavour, Jacques Brel, Georges Brassens, Léo Ferré, Edith Piaf, Gilbert Becaud, Yves Montand gibi şanson geleneğini sürdüren popüler şarkıcıların birçoğu dünyaca ün kazanmış ve şair olarak anılabilmişlerdir. Şansonların dünya çapında üne kazanması 1920’li yıllarda Maurice Chevalier ile gerçekleşmiştir. Edith Piaf (Kaldırım Serçesi) şansonları dünyaca üne kavuşturan şarkıcıdır. Aynı dönemden Mistinquet, Charles Trenette ve Rina Ketty de ün kazanmış, kabare ve musette türünden de etkilenerek yoksul Paris’i anlatan şarkıcılardandır. Paris’in öteki yüzünü yani sefil hayatını şarkılaştırmış, ölümsüz aşk şarkılarına imza atmışlardır. Piaf’ın 1963’te ani ölümüyle George Brassens, Léo Ferré ve Jacques Brel gibi yeni nesil şansoncular sahne almışlardır.

24 Ağustos 2018 Cuma

Spinoza ve Politik Toplumu



Spinoza’nın politika felsefesi kuramsalın, uygulamada nasıl bir gerçekliğe denk düşüyor olmasıyla ilgili. O “yeni ya da bilinmedik herhangi bir şey ortaya koymayı değil, ama sadece kesin ve kuşku götürmez kanıtlar yoluyla pratikle en iyi uyum gösteren şeyi ortaya” koymaya çalışır. Hobbes gibi Spinoza’da bir doğa durumu varsayımını kabul eder. Ona göre doğa durumu siyasal olguyu içkin nedenlerle ve gerçekçi bir bakış açısıyla ortaya koymak için oluşturulmuş bir kuramdır. Fakat Spinoza, Hobbes gibi ölümüne bir savaşın ve korkunun kol gezdiği bir doğa durumu tasviri yapmaz. Onda doğa durumu, toplumsal durumdan önce gelir. Doğal durum ile toplumsal durumu birbirine tamamen zıt iki ayrı alan olarak ele almaz Spinoza. Çünkü tek töz anlayışının etkisindedir. Bu iki durumda, insanlık durumunda birleşen ve insani gelişimin bir parçası olan süreçler olarak ortaya çıkar. Spinoza’da doğa durumunda insan kederli bir duygu olan, korkunun etkisinde olduğu için edilgindir. Edilgin olduğu için de kendisini gerçekleştiremez. Kendisini gerçekleştiremediği için de bir farkındalığa ulaşamaz ve tutkularının esiri olur. Dolayısıyla bu durumda özgürlükten bahsedemeyiz. İnsan burada ne akla uygun olarak eyler ne de sahte iyilerin peşinden koşmaktan kendini kurtarabilir. Bu yüzden bütün varlıkların kendi varlıklarını sürdürebilmek için harcadığı çaba olarak arzunun, insanı hayatının en yararlı olan anlama yoluna çekmesi gerekir. Çünkü ancak insan, anlayınca bir takım şeylerin farkına varır ve görmeye başlar. Görmek bu noktada önemlidir. Çünkü bir arada nasıl birlikte yaşarız sorusunu da bize düşündürür. Bu birlikte bir arada yaşamak sorunu Spinoza’nın ortak iyi dediği şeyle ancak mümkündür. Peki nedir bu ortak iyi? Tek tek insanlarda değil de tüm insanlarda bulunan ve onların ilişkilerini düzenleyen akla uygun olan, en nihayetinde ortaklık tesis eden bir iyidir bu. Bireyin iyisinin gerçekleşmesi diğer bireylerin iyisinin gerçekleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla burada açık bir şekilde pozitif özgürlük vardır. Ama işler hayatta böyle yürümediği için ve herkes kendini düşündüğü için insanlar tutkularının esiri olur. Bu her ne kadar çatışmaya sebep olsa da insan kendisini korumak, geliştirmek için bencil olmak isteyebilir. Dolayısıyla bu durumda insanların ne kadar güçleri varsa o kadar da hakları vardır. “Spinoza’nın TTP’de bir sav biçiminde verdiği(“herkesin hakkı belirlenmiş gücünün yayıldığı yere kadar yayılır”)(TTP,262) ve TP’de en nihai sonuçlarına kadar geliştirdiği hak “tanımı”, kuramsal özgünlüğünü hemen gözler önüne serer. Kelimesi kelimesine okunduğunda bu tanım önceliğin “hak” kavramında değil “güç” kavramında olduğu anlamına gelir.” Şu halde Spinoza’da Hobbes gibi hakk'ı güç ile özdeş görür. “Doğal hak ile öyleyse, her şeyin kendileri uyarınca olduğu doğanın yasalarını ya da kurallarını, yani doğanın gücünün kendisini anlıyorum. Sonuç olarak tüm doğa’nın gücünün yettiği yere kadar uzanır ve, o halde, bir insan kendi doğasının yasalarına göre yaptığı her şeyi doğanın egemen hakkı uyarınca yapar ve doğa üzerinde gücü ölçüsünde hakkı vardır.” Spinoza için doğal hak sadece insanlar için değil doğanın tümü için geçerlidir. Doğal hak doğanın gücünün kendisidir. Ve tekil varlığa içkindir. İnsanın gücü doğanın gücünün bir parçasıdır. Yani insan ile doğa arasındaki ilişki parça bütün ilişkisi şeklindedir. Eğer insanın gücü Deus sive Natura’nın sonsuz gücünün bir parçasıysa o zaman insan doğasıyla uyuşan, etkide bulunma gücünü arttıran insanlarla birleşmeye yönelir. Yani neşeye yönelir. Bu da ondaki sevinç affactus’unu açığa çıkarır. Ve bu onun eyleme kudretini arttırır. Dolayısıyla kendisine özgü karakteristik bağıntısıyla uyuşan ya da onu destekleyen etkinin ideası olarak sevinç affectus’unu hisseden insan, böylelikle etkinliğini de arttırır. İşte özgürlük tam da bununla ilgilidir. Şu halde insana doğada aklın rehberliğinde yaşayan başka bir insandan daha yararlı bir şey yoktur. Eğer insanlar aralarında bir konsensüs yakalarlarsa, güçlerini birleştirirlerse beraber daha güçlü olurlar. Ve doğa üzerinde her birinin tek başına sahip olduğundan daha fazla hakkı olur. Güçlerini birleştiren insanların sayısı arttıkça bu kişilerin sahip olduğu hak da artar. Doğal hakkın gerçek özüne kavuşması için insanların sivil duruma geçmesi gerekir. Bu bir anda olmaz tabi tedrici olur. Spinoza açık olarak sisteminde bir zaman kavramdan bahsetmez fakat biz Deleuze’ün 11 dersinden biliyoruz ki tıpkı zaman da akıl gibi bir oluşsallık taşır. Ayrıca Spinoza'nın sisteminde her şey geometrik bir şekilde oluşturulduğu için; zaman kavramı bu sistemle çelişir. Politik topluma geçmek için önce sözleşme yapmak gerekiyor çünkü sivil durum artık sözleşme sonrası durumdur. İnsanların birbirleriyle ortak iyi üzerinden ilişkiye girmeleri karşılığı olan her şey sivil duruma dahildir. Ve ortak iyi böylece insani ilişkileri düzenler ve yine bu durumda farklılıkları birlik içinde koruyan bir devlet kurar. Böyle bir sistem içinde insanlar yurttaş haline gelir. Devlet çoğunluğun gücünün tek bir elden toplanmış hali gibidir. Hakların bütününün devri gibi şeyler söz konusu değildir. Tıpkı locke’da olduğu gibi birey tüm güçlerini ve haklarını devretmez. Spinoza bir taraftan Lock’a benzerken, öte taraftan Spinoza'nın politik toplumu Rousseau’nun cumhuriyetine daha çok benzer. Politik toplum, politikanın domine edildiği toplumdur. Sözün, iknanın toplumudur. Burda şiddet barınamaz. Devletin olduğu yerde şiddet olmaz. Eğer böyle bir toplum varsa politik toplum yok demektir. Spinoza'nın devletinde mutlak itaat yoktur. Spinoza'nın siteminde devlet hem normatif olarak doğa yasası tarafından hem de yargı güçlerini ellerinden bırakmayan yurttaşlar tarafından açık bir şekilde denetlenir. Emprik olarak farklı egemenlik türleri olsa da Spinoza’ da olan egemen insanları özgürleştiren bir egemendir. Dolayısıyla insanı özgürleştiren bir egemenlik korku temelli olamaz. Akla uygun yasalar olmalıdır. Spinoza'nın yaşadığı dönemde farklı farklı yönetim biçimleri mevcuttur. Aristokrasi, monarşi ve demokrasi. Fakat Spinoza hem kendi perspektifi hem de içinde yaşadığı ülkedeki mevcut siyasal konjonktür nediyle demokrasinin baskısı altındadır. O aslında hiçbir zümrenin tam olarak bir ülkeyi tam olarak yönetebileceğini düşünmez. Demokrasi insanın yetkinleşmesini ve ortak iyiyi tesis etmede göreli olarak en iyi politik yönetim biçimidir. Çünkü ancak bu rejim ortak iyiyi tesis ederek insanı yetkinleştirir. Çokluğun bir bir içinde erimesini ve çoğunluğun tutkularını düzenleyici, halkların birbirleriyle birleşmelerini doğru olarak örgütleyen, politik bir beden olarak devletin rejimi Spinozaya göre hiç kuşkusuz demokrasidir. O bu rejimi insanların kendilerini yetkinleştirmesine ve ortak iyinin tesis edilmesin en uygun gördüğü için savunur. Akla en uygun politik rejim budur çünkü. Bu rejimde en fazla sayıda insana en yüksek katılım hakkı verir ve insanların sahip olduğu tüm potansiyelleri kullanmasını sağlar. Farklılıkları bir arada tutan da bu rejimdir.


21 Ağustos 2018 Salı

Gidiş


Bazen sadece gidersin. Neden gittiğini bilmezsin. Derin bir nefes alır, yoluna devam edersin. Hayatın o kapıdan seninle çıktığına kendini inandırmışsan şayet, mutsuzluğu geride bırakır; gidersin. Dönüp bakacağın bir şey kalmamıştır artık arkanda. Siyahın geç saatinde yürüdüğün yolda kafanda arap saçına dönen birikintileri ve kalbinde yitirdiklerini -gençliğinin acıyan her yerini- başlarsın rüzgarla teskin etmeye. Yanında ne tanrın vardır ne de aşkın. Yaşamaya pek de istekli değilsindir. Dünyada yapayalnız kalan bir beden gibi hissedersin kendini. Başkalarıyla bir arada olmak isteğinden eser kalmamıştır içinde. Eskisi kadar çekici nedenler bulamazsın seni yaşama çağıran. Amaçlarının vadesi dolmuştur. Hayal kırıklıkların ve hezeyanlarınla bir banka oturur, denizi seyredersin. Deniz, taş kesilmiştir üstüne. Olduğun yerde, parmaklarının arasındaki sevgi boşluğuna bakarsın. Orada hayaletler vardır artık. Üşürsün. Seni seyreden pezevenklerin bakışlarını bedeninin üzerinde fark ettiğinde onlara gülersin. Her gece bir parça yaşam için bedenini arzudan eksik, gri yalnızlığa teslim eden kadınların gözlerindeki kırlangıçlara selamdır, gülüşün aslında. Bunu onlar anlamaz. Bunu sadece sen ve yaşamak için mücadele veren kadınlar anlar. Kafanda, yitip giden silüetleri tek tek belirir. Kadın olmanın vermiş olduğu varoluşsal problemlerinin girdabına düşmüşsündür. İlk ne zaman aşık olmuştum diye düşündüğünde, kalbine henüz masumluğunu yitirmemiş bir çocuğun gülüşü yerleşir. O gülüş, kalbinde ölen tüm aşklarının burukluğuyla buluşturur seni. O zaman anlarsın; aşk, bilinçli bireyler arasında fazlasıyla rasyonelleşmiştir. O vahşi, ele avuca gelmeyen hali kalmamıştır, evcilleşmiştir. Modernite, duyusal dünyanın sürekli bir form talep etmesini meşrulaştırıcı araçlarını sunmuştur önümüze ve bizden sessizce bunları kabul etmemizi istemiştir. Sen tüm bunları düşünürken, gece yavaşça kızıla çalan bir renge bürünür ve yavaşça sabahın ilk ışıkları değer yüzüne. Bir yük treni gibi ağır ağır hissettiğin varoluşun, gece kıyafetini üstünden çıkarır ve sen yeni bir günü üstüne giyersin.

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Bir şeyi sanat eseri yapan nedir?



Bu sorunun yanıtı için sağduyu gerçekten yetersiz. Çünkü hep aynı olana meyleder. Sanat bu aynılığın, alışılagelmişliğin kırılmasını sağlayan bir şey. Evet ben bir beden olarak tepeden tırnağa duyumsayan bir varlığım ama neden söz konusu bir sanat eseri olduğunda onu sadece 3 algım ile duyumsamakla yetineyim? Bedenim çok daha fazlasını yapamaz mı? Ben bu bedenimin duyumsama yetisini arttıramaz mıyım? Bu benim elimde olan bir şey fakat bunun için zaman, dikkat ve estetik deneyim gerekiyor. Bunun için elbette ressam olmaya gerek yok. Ama az çok estetik deneyim alanlarından geçmek gerekiyor. Mesela, sanat galerilerine gitmek gerek. Bu sadece sanat için geçerli değil, Bir şeyi ne kadar yakından takip ederseniz ona dair düşünceleriniz daha açık, hisleriniz daha yoğun olur. Her şey bir anda olmuyor sonuçta. Bir oluş söz konusu. Dolayısıyla bir beden olarak oluş içinde sanat eseriyle aramda daha yakın bir ilişki kurabilmem için tekil olan şeyleri gözden kaçırmamayı başarmış olmam lazım. Bir özne, karşısındaki sanat eseriyle her zaman özel bir ilişki kurar. Kurulan bu ilişkinin sonucunda çıkan yorumun bence epistemik olarak değerlendirilmesi gereksiz. Çünkü bu öznenin nesneyle özel bir ilişkisi olduğu ve özel olarak kaldığı için, yapılan yoruma doğru ya da yanlış demek o eserin, özneyle olan ilişkisine bir müdahaledir. Sonuçta o sanat eserinden neden hoşlandığım, neden haz aldığım sorusunun cevabı, benim öznel ve kişisel  yorumumdur. Dolayısıyla bireysel yani tekil olduğu sürece sanat eseri hakkında ortak bilgi diye bir şey yoktur; her özne dış dünyayı duyumsayarak öznel bir deneyim sağlar. Sanat eseriyle her öznenin deneyimi de özerktir. Epistemik açıdan dış dünyayla tekil öznenin deneyimine gelirsek... Bu deneyim de özerktir. İki insanın aynı kavrayışa ve anlama sahip olması nasıl iddia edilebilir? Böyle bir iddia kaygan zeminde yürümeye benzemiyor mu? Picasso’nun Guernicası, Leonardo’nun Vitrivius Adamı, Raffaello’nun Atina Okulu Freski, Johannes Vermeer’ın İnci Küpeli Kızı, Van Gogh’un tabloları ve daha sayamadığım dünyaca şaheser olan  tablolar. Bu tablolara kimisi uzun uzun bakar, kimisi üstünkörü, kimisi de bakar ama dışa çıkan bir duygusu olmaz, kimisi de duygudan dolar taşar. Ama ben o hayret duygusunu seviyorum. Ve bu tablolara ve mimarilere bakan insanların da hayrete düştüğünü seziyorum. Bazen ifade edemesek de o bizde canlanan duyguyu, hissedebiliriz. Bu hayret, değil midir zaten bir sanat eserini öne çıkaran? Sanat eseri bende estetik haz yaratmalı, evet. Bunun da koşulu aslında tikeli verip, tümeli bana düşündürmesi. İnsanın tikel bir örnekten, tümeli hissetmesi sanatı sanat yapan şey bence. Ama bu sanat “işte şudur” diyemediğim bir sanat. Yoksa eser didaktik bir eser olmaktan öteye geçemez. Bu didaktik yönü arttıkça bir sanat eseri de dolayısıyla sanat olmaktan çıkar. Benim için sanat, derin bir felsefi içeriğe sahip anlatı formudur. Bence sanat her şeyi kapsıyor, doğa gibi.  Sanki sanat çok başka bir güzellik ve hayret alanıymış gibi geliyor bana. Sanki hakkında hiçbir şey bilmediğim ama bir o kadar o eserde gizil olanı fark ettiğimde üzerine saatlerce konuşabileceğim bir alan gibi geliyor. “Nietzsche’nin çok doğru olarak söylediği gibi, bilim ve felsefe bir şeyi bilgi haline getirdikten, bir problemi çözdükten sonra artık onun üzerinde durmaz; o herkes için aynı olan bir bilgi niteliği kazanmıştır. Oysa sanatta böyle bir durum yoktur. Sanat için bu ilişki, sanatçı ve nesnesi arasındaki bağ, kişiden kişiye değişiklik gösterir; fakat hiçbir zaman bilgi alanında olduğu gibi terk edilmez. Nesne burada her defasında ve her çağda yeni baştan ele alınır; yeni bir ilişkinin temeli olur; o nesneye her zaman geri dönülebilir.” (Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Doğu Batı Yayınları, 2014, s.264.)

Sanat eserini sanat eseri yapan şeylerden biri de tin’dir. Fakat bu tin öyle bir tin ki, önerme olarak ortaya konamayan ama pathos olarak kavradığımız bir şeydir. Sanat felsefesinin işte tam da bu yüzden genel bir tanımını yapamıyoruz. Tanım kavramı baştan başa sıkıntılı bir kavram olduğu için, bu sınırlandırıcılığa yol açar. Oysa sanat sınır tanımayan muazzam bir yaratım alanı.  Peki sanatçı ile eseri arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Bence bu soru da önemli çünkü bir eser, onu ortaya çıkaranın hamuruyla karılır. Samimi olması gerekir eserine, kendisine. 17. yy’da sipariş üzerine yapılan eserleri düşündüğümüzde bu belki böyle değil; ısmarlama olunca bir sanat eseri ne kadar sanat eseridir tartışılır. Ama bence bir ürün olmak durumundan çok ayrı bir şey sanat eseri. Onun karakteristiği taklit edilemezliğinde gizli olduğu gibi yine aynı şekilde karakteristiğinin bir parçası olarak tinin de ayrılmaz bir parçası.


Sanat eseri eğer ticari kaygılar güden bir şeyse, artık o eser bir estetik nesne olmaktan çıkmaya başlar. Ve maalesef, günümüzdeki sanat eserlerini değerlendirmek artık o kadar zorlaştı ve her şey o kadar çok tüketim nesnesi haline geldi ki bu çemberin dışına çıkan, özgünlüğünden ödün vermeyen sanatçıların bir kısmının varlığından haberdar olmak bile bir nimet.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kısa bir öykü; "an"


O anlaşılmaz, büyülü, “anlardan biriydi... Sorduğum sorunun burukluğu, sönük benzindeki iri yeşil  gözlerinin dolmasına sebep olmuştu kadının. Koltuğun biraz ucuna kayıp, bir metreden az bir mesafe oluşturmuştum aramızda. “Özür dilerim, ben acınızı hatırlatmak iştememiştim.” O an omzumda marşandiz yalpalanıyor gibi hissettim. Kelimelerimin tükendiği andaydım. Geri dönüşü olmayan, ender yaşanan anlardan biriydi. “Özür dileyecek bir şey yok” demesi, yumak dolu  şevkatli ellerini, dizlerime getirip patpatlaması... Duyduğum hüznü az da olsa hafifletmişti. “Ben onu hiç unutmuyorum ki, o hep benimle.” Bunu söylerken gözlerinde çok yakından gördüğüm o özlem ateşi, film şeridi gibi geçmesine sebep olmuştu gözlerimin önünden sevdalarının. “Hiç olmadığı kadar var içimde...” Cümleleri uğultuyla, sanki çok uzaklardan geliyormuşçasına çıkıyordu ağzından. Canı boğazına düğümlenmişti sanki. Bir zamanlar aşık olduğu, hayatını bir ömür boyu anlamlı kılacak  yol arkadaşı çok erken gitmişti ve bu gidiş yarım kalmışlık hissine kapılmasına neden oluyor, hayatını çekilmez kılıyordu güzel kadının. “Ölümler vardır...” diyordu Erdem Beyazıt.

“ölümler vardır,

can kuş gibi uçar gider
bir martının süzülüp
kaybolması gibi maviliklerde.”

Kadının "can kuşu" kalbindeki huzur bahçelerinde yalın ayak koşuşturuyordu. Nasıl unutsun? İki çay getirdim, bir de sigara yaktık. Pencereyi araladım sonra... Bu sefer masaya oturmuştuk, daha yakındık. Yüzünde seğiren acıyı, gözlerinde buğulanan uzak anıları görür gibiydim. Hayat ona acımasız davranmıştı. Sigarasını söndürüp suratıma baktı: “Bir umut işte, geri dönmesini bekliyorum” dedi. Beklemek korkunç bir infilak halindeydi yüreğinde kadının. Bunu yüreğinin atma ritminden anlıyordum. Yanımda sanki bir savaşın ortasında kalmış gibi hızlı hızlı soluyordu nefesini. Çayı yavaş yavaş içiyor, ağır ağır anlatıyordu hikayesini. Her cümlesinin sonunda onu çok özlediğini söylüyordu. Çok özlemek... İliklerine kadar özlem duygusu içine işlemiş bir kadın vardı karşımda. “Yarım kaldı her şey. Bu yarım kalmışlık hissi beni dayanılmaz ağrılara sürüklüyor” diyordu uzaklara bakarak. Sanki birden biri çıkacakmış gibi oralardan. Gözleri aralıklı olarak doluyordu ve her seferinde çantasından mendil çıkarması gerekiyordu. Küçük emekli çantasının içinden mendilini çıkardı, gözyaşlarını silmeye başladı. “Neden ben diye çok sorguluyorum, 34 yıllık bir hikaye keşke bu kadar erken sonlanmasaydı. Bu kadar erken gitmeseydin diyorum ama... Çok özlüyorum sadece, kanser olduğumu öğrendiğim zaman içimdeki bu özlem ‘burukluk ile tebessüm arasında’ ortalarda kalıyor” demesiyle, şaşkınlığım had safhaya gelmişti artık. Kadın kanserdi... Masadan kalktım. Pencereyi kapatıp, boşları almak için tekrar geri döndüm. Döndüğümde masada bir not, şöyle yazıyordu: “Yarın eşimin ölüm yıl dönümü, helva yemeye beklerim. Öğrenciler pek sever helvayı.”